![]() |
|
TÜRK DAMGASI ![]() Haber Vakti / 24.07.2025 Geçen hafta bir akşam vakti sıcaklardan bunalırken evimizdeki kütüphanenin özel bölmesinde yer alan siyah ciltli "Büyük Romanlar" isimli kitabı incelemeye başladım. Kitap 1961 yılında neşredilmiş ve Azize Erten Bergin tarafından hazırlanıp çevirisi yapılmış. İçerisinde 75 büyük romanın özetinin yer aldığı kitapta roman yazarlarının biyografileri de vardı. Müsaadenizle bazı yazarların biyografilerini bir belgesel anlatımıyla sizlerle paylaşmak istiyorum. Radikal bir ailesi vardı. Mağrur ve sabırsız kimselerdi. Bir ara başka bir ülkeye göç ettiler. Babası bir yoksul hastanesinde doktordu. Evleri hastanenin bitişiğindeydi. Babaları oğullarının hastane ile temasını yasaklamıştı. Bu yüzden içine kapanık bir çocuk olarak büyüdü. Biricik arkadaşı; kurduğu hayaller ve gözleri açıkken gördüğü rüyalardı. 16 yaşına geldiğinde babası onu mühendis okuluna gönderdi. Sınıf arkadaşları yaşamayı ve eğlenmeyi biliyordu ama o bunlardan habersizdi. Bir zaman sonra babasının bir cinayete kurban gittiğini öğrendi. Bir daha babasının adını ağzına almadı. Artık kurduğu hayalleri yazmaya başlamıştı. Yarım yaratılmış insanların hikâyesini anlattığı bir roman yazdı. Ülkenin aydınlarının arasına katıldı. Aydınlar hükümeti devirip özgür insanlar için demokratik bir sistem kurmayı düşünüyorlardı. Siyasi toplantılara katılınca tutuklandı. Hapisten çıktıktan sonra durmadan çalıştı. En ünlü romanını ölüm döşeğindeki karısının başucunda beklerken yazdı. Çocukluğundan beri rüyalarını dolduran yoksul ve garip insanların romanlarını yazıyordu. Sayısız eser kaleme aldı ve 60 yaşında vefat etti. Kim mi? Rus Yazar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski... ( 1821 - 1881 ) Yüksek statüye sahip bir babanın evladıydı. Bir çiftlikte dünyaya geldi. Okulda iyi bir öğrenci değildi. Onu üzen bir başka dert ise yapısının biçimsizliği ve yüzünün çirkinliğiydi. Çocukluğunu anlatırken "Herkesin beni tanımasını ve sevmesini öyle isterdim ki" derdi. Bir filozofun fikirlerinden ve eserlerinden çok etkilendi. Üniversitede okurken göğsünde taşıdığı madalyonun içinde etkilendiği filozofun resmi bulunuyordu. Etkilendiği filozofun fikirleriyle kafasında yeni ufuklar açılıyor, insanları ve hayatı yakından tanımaya, insanların yararına çalışmaya can atıyordu. Ülkesinde savaş çıkınca üniversiteyi bırakıp orduya katıldı. Daha sonra ordudan ayrıldı. Bir dönem ülkesindeki edebiyat çevrelerinde yaşadı ve genç sanatçılar arasında tanındı. 29 yaşından 32 yaşına kadar Avrupa ülkelerini dolaştı. Orada yeni fikir cereyanlarını öğrendi. Serbest eğitim usulünü benimsedi. Memleketine döndüğünde bu usulü benimseyen bir okul açtı. Dünyaca ünlü olan bir romanını 36 yaşında yazmaya başladı ve 42 yaşında bitirdi. Karışık ve fırtınalı hayatı uzun yıllar sonra bir sessizliğe büründü. Hayatının son yıllarında mistisizme (gizemcilik) merak sardı. İlerleyen yaşına rağmen hep yenilik ve değişiklik arayan çocuklar gibiydi. Evinin dar penceresi onu sıkıyordu. Bir sonbahar gecesi evinden kaçtı. Diyar diyar dolaşmak niyetindeydi. Yolda hastalandı ve bir istasyon memurunun evinde öldü. Naaşı doğduğu çiftliğe gömüldü. 82 yıllık ömründe "Savaş ve Barış" gibi, "Anne Karenina" gibi dev eserlere imzasını attı. Umarım kim olduğunu hatırlamışsınızdır. Rus Yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy... ( 1828 - 1910 ) Rus Edebiyatı'nın en önemli yazarlarından olan Dostoyevski'nin ve Tolstoy'un eserleri vefatlarının ardından bir asır geçmesine rağmen dünyanın her yerinde okunmaktadır. Yazarlarına ve onların eserlerine sahip çıkan ülkeler en güçlü ülkelerdir. Size dünyadaki ilk romanın 12. Yüzyıl İslâm filozofu İbn-i Tufeyl'in yazdığı "Hay Bin Yekzan" romanı olduğumu söylesem inanır mısınız? Mesela "Robinson Crusoe" romanı "Hay Bin Yekzan" uyarlamasıdır. Aralarındaki tek fark biri tasavvufî, diğeri politiktir. Ancak bugün dünyada "Robinson Crusoe" daha çok bilinmektedir. Çünkü çizgi filmlerle ve sinema filmleriyle dünyanın her yerinde her dilde tanıtılmıştır. İsterseniz farklı örnekler de verebilirim. Türkler siyaset kitapları yazarken Avrupa ülkeleri Ortaçağ karanlığında boğuluyordu. Yusuf Has Hacib'in "Kutadgu Bilig" eseri 1069'da, Nizâmülmülk'ün "Siyasetnâme" eseri 1090'da çıktı. Batılıların ilk siyaset kitabı olan Niccolo Machiavelli'nin "Prens" kitabı 1513'te yazıldı. Batılıların ilk edebi eser olarak gördükleri Dante'nin "İlahi Komedya" eseri 1321'de, ilk modern roman olarak gördükleri Miguel De Cervantes'in "Don Kişot" eseri 1605'te yazıldı. İlk polisiye romanı da Türkiye'de Ahmet Mithat Efendi yazmıştır. Ahmet Mithat Efendi, 1883'te polisiye roman yazdığında Avrupa'da polisiye roman yoktu. Siz Avrupa'yı medeniyetin beşiği mi zannediyorsunuz? Hatırlıyor musunuz, 2022 yılında Rusya-Ukrayna savaşı çıkınca o çok medeni(!) sandığınız Avrupa ülkeleri Rusya'ya ağır yaptırımlar uygulamışlardı. Ruslara II. Dünya Savaşı'nda Nazilerin Yahudileri dışlayıp yok ettikleri gibi davrandılar. Münih Filarmoni Orkestrası'nda Rus orkestra şefi Valeri Gergiev'i görevden aldılar. Çaykovski'nin ve Dostoyevski'nin eserlerini yasakladılar. Yüzlerce Rus bilim adamını yok saymaya kalkıştılar. Hatta Netflix, Tolstoy'un eseri olan "Anna Karenina" filminin çekimlerini durdurmuştu. Ancak ne yaptılarsa başaramadılar. Rus Edebiyatı'na zarar veremediler. Mesela Dostoyevski'nin adını duyduğumda aklıma ilk önce; "1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski'yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur. Biyografim bu kadar" diyen merhum şairimiz Cemal Süreya gelir. Ardından Dostoyevski'nin "Rus Edebiyatı" ifadesinin oluşmasına vesile olan Gogol'un "Palto" öyküsüne ithâfen, "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" sözünü anımsarım. Tolstoy da Dostoyevski'den etkilenmiştir. Bir de Dostoyevski'nin "siz romanı bizden öğrendiniz" diyen Batılılara, "Biz ona Rus damgasını vurduk, şimdi de siz bizden öğreneceksiniz" diyerek verdiği efsane cevabı aklıma gelir. Ülkemizde ise kültür, sanat ve edebiyat alanındaki en önemli eksikliğimiz özeleştiri ve özgüvendir. İlk Türk matbaacısı olan İbrahim Müteferrika'dan bu yana bir matbuat tarihimiz olmasına rağmen vasat bir seviyedeyiz. Kültürel değerlerimize sahip çıkmıyoruz. Sanatı ve edebiyatı çok küçümsüyoruz. Her şeye dijital odaklı bakıyoruz. Yayınevleri ticarethaneye, medya kuruluşları reytinghaneye dönmüş. Devlet kurumları çoluğun çocuğun oyuncağı olmuş. Kültür-sanat kurumları ne idüğü belirsiz tiplerin arpalığı haline gelmiş. Sizce bu kafa yapısıyla kültürel anlamda iktidara gelebilir miyiz? Türkiye'deki matbaalarda kitap basımında kullanılan kâğıt Norveç ve Finlandiya'dan, mürekkep İngiltere ve Japonya'dan, bristol kapak kâğıdı İsveç'ten, selefon Çin'den ithal ediliyor. Türk Edebiyatı'nın yurtiçinde ve yurtdışında bence çok daha iyi seviyelerde olması gerekiyordu. Maalesef ne Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ne de o çokbilmiş yayıncıların Türk Edebiyatı'na nitelikli eserler kazandırmak, o nitelikli eserleri yurtdışına taşımak, televizyona veya sinemaya aktarmak gibi bir dertleri yok. Yayınevlerimiz halen utanmadan "Türk Edebiyatı" ile "Türkçe Edebiyat" söylemini tartışıyor. Alman Edebiyatı, Fransız Edebiyatı, İngiliz Edebiyatı, Rus Edebiyatı tabirlerini kullanan yayınevleri "Türk Edebiyatı" demiyor, diyemiyor. Kim ne derse desin, atalarımız asırlar önce dünya tarihine sanatta ve edebiyatta Türk damgasını vurmuş. Biz buna ne kadar sahip çıkıyoruz? Ticarette iyiyiz, birbirimizi kazıklamakta çok mahiriz. 5 liralık ürünü 50 liraya, yurtdışından 10 dolara getirilen ürünü 100 dolara satarken gayet iyiyiz. Sporda iyiyiz, voleybol, basketbol, okçuluk, artistik jimnastik, serbest dalış filan... Siyasette kötünün iyisiyiz. Teknolojide ve yazılımda daha yeniyiz, milli savunma teknolojisi filan... Sağlıkta iyiyiz, şehir hastaneleri filan... Taklitte çok iyiyiz. İntihal olimpiyatları düzenlense birinci oluruz. Ancak sanatta ve edebiyatta iyi değiliz. İnşallah bizim de ülkemizden dünya çapında yazarlar çıkar ve biz de atalarımız gibi dünya tarihine yeniden Türk damgasını vururuz. |

